16 Aralık 2007 Pazar

CHP'nin Atatürkçülüğü



Hayır, bu zannettiğiniz gibi bana değil, Kemalist bir parti kurma çabasındaki Prof. Sina Akşin’e ait. Doğrusu kimin kafasından çıkmışsa tebrik ederim, buluş harika! Artık Atatürk ile CHP arasındaki bağın 1946’dan, hatta bence 1939’dan itibaren kopmuş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten bu bağ neydi ki! İsimden ibaret göstermelik bir bağ.
Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra İstiklal Mahkemesi’nce asılan Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey’in zehir gibi bir tespitini aktarayım da, CHP’yi eleştirmek için İdris Küçükömer’e referans vermek zorunda kalanların elini rahatlatayım. Şu kehanette bulunuyor Yusuf Ziya Bey 1924’te: “CHP ancak başındaki insanla [Atatürk’le] şahsiyet ve manasını alabilecek, bu insan fâni hayattan elini çektikten sonra, kendisine layık halefler bulamayınca varlığı da, icraatı da, hedefleri de keşmekeş içinde kalacaktır. Çünkü taşıdığı isme rağmen asla halka nüfuz edemeyecek, halkın olamayacaktır.”
Bana göre 1939 Nisan’ında yapılan genel seçimler, Atatürk’ün gerçek ölüm tarihidir. O zamana kadar Atatürk’ün seçtiği vekillerle çalışmaktan bizar olan İsmet İnönü, seçimi yeniletmiş ve kendi arzusuna göre bir meclis oluşturmuştu. İşte eğer Atatürkçülüğe yönelik bir “karşı devrim”den söz edeceksek, bunun miladını Nisan 1939’a almamız gerekir. Nitekim İnönü’nün, 5 ay içerisinde iki defa cumhurbaşkanlığına seçilmiş olmasının (biri Kasım 1938’de, ikincisi Nisan 1939’dadır) altında da bu derin gerçek yatmaktadır.
İşe bakın ki, İngiltere ve Fransa gibi iki emperyalist gücün yörüngesine girişimizin başlangıç tarihi 13 Nisan 1939, İnönü’nün Atatürk’ün vekillerini tasfiye ederek yeniden cumhurbaşkanı olduğu tarih ise 3 Nisan 1939’dur. 13 Nisan’da İngiltere ve Fransa bir saldırı halinde Türkiye’ye yardım sözü vermiş, İngiltere’nin Ortadoğu’da müttefiki olduğumuz ise 12 Mayıs 1939 deklarasyonuyla kesinleşmişti. Bilmeyenlere hatırlatalım, zaten aynı yılın haziran ayında Hatay’ın anavatana kavuşması da ‘emperyalizmin liberal kanadına hoş geldiniz’ şekerinden ibaretti. Böylece Türkiye’nin Almanya ve İtalya gibi faşist ülkelerin safına kayması önlenmiş ve ülkemiz Batı ittifakına doğru uzun yolculuğuna çıkmıştı.
Bütün bunlar göz önünde dururken, bugünkü Cumhuriyet Halk Partisi’nin hâlâ Dokuz Umde’ye göre kurulmuş ve emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı vermiş Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Cemiyetleri’nin devamı olarak gösterilmesi affedilmez bir yanılgıdır.
Üstelik Nisan 1923’te Mustafa Kemal Paşa tarafından açıklanan ve CHP’nin kuruluş ilkelerini ifade eden Dokuz Umde’nin ikincisinde “Dayanağı TBMM olan Hilafet makamı, Müslümanlar arasında yüce bir makamdır” denilmekteydi. Yani CHP’nin kuruluş felsefesinde Hilafeti korumak da vardı ama biliyorsunuz, 11 ay sonra ne Halife kaldı, ne Hilafet. Şevket Süreyya Aydemir gibi Kemalistlerin sözde Atatürk biyografilerinde (”Tek Adam”) bu maddeyi atlayarak verme gayretkeşliklerini anlamamak mümkün mü? Akılları sıra belgeleri rötuşlayarak tarihin üzerine bir örtü çekecekler.
Nereye kadar bu yaşmaklı tarih? Nereye kadar?
Peki neden böyle oldu? Atatürk CHP’yi o Milli Mücadele Meclisinde gördüğümüz sivil ve demokratik ruhtan koparmadan 1930’lara götüremez miydi? Bence meselenin düğüm noktası burasıdır.
Bu sorunun açıklamasını nerede buluyoruz, biliyor musunuz? Halide Edip Adıvar’ın Afyon’da 1922 yılında Milli Mücadele’nin muzaffer komutanı Mustafa Kemal Paşa’ya sorduğu o sorunun cevabında. Halide Edip soruyor:
-İzmir’i aldıktan sonra artık biraz dinlenirsiniz Paşam. Çok yoruldunuz.
Mustafa Kemal:
-Dinlenmek mi? Yunanlılardan sonra birbirimizle kavga edeceğiz, birbirimizi yiyeceğiz.
Halide Edip şaşırıyor:
- Niçin? O kadar yapılacak iş var ki!
- Ya bana karşı çıkmış olan adamlar?
- Bu bir millet meclisinde tabii değil mi?
“Burada gözleri tehlikeli bir surette parladı” diyor “Türk’ün Ateşle İmtihanı” yazarı ve Paşa’nın, mecliste kendisine muhalefet eden bir iki milletvekilinin ismini vererek onların linç edilmeye layık olduğunu söylediğini aktarıyor. Mustafa Kemal’in son cümlesi, 1926’ya kadar sürecek büyük tasfiye hareketinin pimini çeker gibidir:
- Bu mücadele bitince durum sıkıntılı olacak. Başka heyecanlı bir iş bulmalıyız Hanımefendi.
Gerçekten de 1926’ya gelindiğinde Milli Mücadele’ye beraber atıldığı kadrodan kimse kalmamıştır yanında. Ne Ali Fuat Cebesoy, ne Kâzım Karabekir, ne Rauf Orbay, ne Refet Bele, ne de Cafer Tayyar Eğilmez ve Sakallı Nurettin paşaları bulabilirsiniz Ankara’da. Mücadeleye sonradan katılmış, dolayısıyla Mustafa Kemal üzerinde herhangi bir etkide bulunamayacak bir kadro etrafını almış, daha sonra ona göbekten bağlı ikinci bir halka sur gibi kuşatmıştır Atatürk’ü. Yani Atatürk 1927’de “Nutuk”u okurken Kurtuluş Savaşı’na beraber başladığı kader arkadaşları ile beraber muhalif basın tamamen tasfiye edilmiş, sindirilmiş ve susturulmuş durumdaydı. Bu büyük kadronun başlattığı muhalefet hareketi, yani Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (İlerici Cumhuriyet Partisi) dahi kapatılmıştı. Halbuki Rauf Orbay’ın dediği gibi, eğer izin verilseydi hiç olmazsa bu parti aracılığıyla yürütme üzerinde bir kısım denetim gerçekleşecek ve bazı hakikatlerin dile getirilmesi mümkün olacaktı.
CHP işte bu suskunluk döneminde bir ahtapot gibi Türkiye’yi saracak, 1936’da parti-devlet bütünleşmesiyle Türkiye bir parti devleti haline gelecek ve Atatürk’ü de etkisizleştirecek, nihayet 1939 seçimleriyle ülkenin bütün kaynaklarının başına oturacaktı. Onuncu Yıl Marşı’nda on yılda 15 milyon genç yarattığından söz edilen bir ülke, 1945’te ABD’li Max Westen Thornburg’un, “madencilikte Hititlerden bile gerisiniz” uyarısına muhatap olacaktı. O tarihte Cumhuriyet 22 yaşındaydı. Yani hakikatleri bize ancak dışarıdakiler söyleyebiliyordu! Atatürkçülük afyonu böyle bir şeydi işte.


Mustafa Armağan

Öyle bir Hayat yaşıyorum ki



*ÖYLE BİR HAYAT YAŞIYORUM Kİ*
Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki
Tutkuyu da gördüm ,pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayati en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime,
Sonra dedim ki "söz ver kendine"
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayati seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki,son yolculukları erken tanıdım
Öyle çok değerliymiş ki zaman,Hep acele etmem bundan, anladım...
Nietzsche

15 Aralık 2007 Cumartesi

İzmir Neden Gavur


İzmir'in gavurluğu zannedildiği gibi siyasi sebeplerden değil..İzmir, Osmanlı'yı en az İstanbul kadar uğraştırmış güzide bir şehirdir..Bugün olduğu gibi hemen hemen tarihin her döneminde ticaretin ve zerafetin merkezi olmuştur..Peki neden gavurdur?Şu sebepten;Osmanlılar, İzmir'in sadece kıyıda olmayan dış kısımlarını fethedebilmişti. Ve izmir, Osmanlıların elinde olan ve olmayan şeklinde ikiye bölündü. Osmanlıların elinde olan bölümde Müslümanlar yaşadığı için buraya Müslüman İzmir deniyor..Kıyıya yakın ve asıl önemli olan bölümüne ise gayrimüslimler yaşadığı için Gavur İzmir deniyor..Gavur İzmir deyimi buradan geliyor yani.. Aslında masum bir coğrafi tanımlama..Tabii bazen bazı şeyler anlamının dışında kullanıyor olabilir..Bu arada:İzmir'in Gavur kısmını Timurlenk sünnet edip Müslim yapıyor.Tarih hakkaten ilginçliklerle dolu..

14 Aralık 2007 Cuma

Liberalizm


Liberalizm, serbest piyasa ve serbest düşünce fikri üzerine kurulu, devletin sadece insanların sosyal ihtiyaç ve kurumlarını yönetmek için sembolik olarak var olduğu düşünce sistemidir.

Liberalizm, sadece kapitalizm demek değildir.
Bu yazıda liberalizmin ekonomik doğruluklarından söz edeceğiz:

Liberalizm, bireyi esas alan bir ekonomiyi ön plana sunar. Liberalizme göre; gelişim ancak bir olaya birden fazla aklın odaklanmasıyla mümkün olabilir. Bir olaya birden fazla aklın odaklanması ise ancak tek bir aklın egemenliğini engellemek ve diğer düşüncelere serbestlik vermek ile mümkün olabilir.
Bu neye yarayacak?

Neye yarayacağı gayet açıktır. Serbest yatırım beraberinde hızlı üretimi ve gelişimi getirecektir. Neden? Çünkü serbest yatırımın amacı, istekleri ve kaybetme riski bulunur. Bir sektör içerisinde birden fazla serbest yatırımın varlığı rekabete yol açar.
Yani serbest yatırımlar var olmak için her zaman daha iyi olmaya mecburdurlar. Bu da sonuç olarak hızlı gelişimi sağlar.

Avrupa’daki tüm gelişimler özel mülkiyet kavramının ortaya çıkmasıyla başladı. Ve bugün Avrupa gelişimin ve medeniytin kalbinin attığı yer.

Liberalizm, devletçiliğe izin vermez. Şu yüzden;
Çoğu devlet kuruluşu zarar eder. Çünkü işin içinde para kaybetme riski, para kazanma hırsı ve rekabet durumu bulunmayan ticari işletmeler gelişmezler. Tekel gibi yaygın bir devlet kurumu bile her yılı yüzde 30′a yakın zararla kapatır. Limanlar ve şeker fabrikaları da böyledir.
İşin içinde para kaybetme riski olmadığı için halka yeterli hizmet veremezler. Sonsuz bir kaynağa sahip oldukları için karşısında rekabet edebilmek imkansızdır. Bu yönüyle sektörün çoğulcu gelişmesinin önüne geçerler. Çoğulcu gelişmenin önüne geçmesiyle de halk hizmet yönünden zarar eder. Kurum devletin olduğu için şikayet etsen bile, kimi kime şikayet ediyorsun gibi bir durum ortaya çıkar.

Halbuki özelleştiğinde durum böyle değildir. Bi defa en başta özelleştirilirken kurum zarar ediyor olsa bile para alınır. Bir süre sonra bu kurumların kar eder hale gelmesi de devletçi mantığın ne kadar zararlı olduğunun göstergesidir. Bununla birlikte artık para kazanma ve kaybetme durumları geçerli olduğu için ve doğacak olan rekabet ortamında bir veya bir kaç kurum daha bu sektöre gireceği için her kurum daha iyi hizmet vermek durumunda kalacaktır.

Bundan da en çok halk hizmet yönünden karlı çıkar.

Devlet, vergi alırken karlı çıkar.

Daha çok işletme daha çok işçi demektir. İşçilik azalır.

Daha çok işletme daha çok sanayi ve gelişim demektir. Zaten modern sosyolojinin yapı taşı sanayileşmedir. sanayi varsa; herşey vardır. yoksa hiçbirşey yoktur.

Peki tüm bunlara rağmen atatürk neden devletçiydi?

Bi defa atatürk yaptı diye doğrudur gibi bir durum zaten çağdaş bir insan için geçerli değildir. Ancak atatürk doğru birşey yapmıştır. Neden? nedeni şu, o zamanın türkiyesinde geniş sermaye sahipleri yoktu. Sermaye sadece osmanlı’dan kalan altınlar ve sscb-usa ikilisinden gelen cömert yardımlardan oluşuyordu ve sadece devletin elindeydi. başka kimse de zırnık yoktu. bu yüzden ticaretin gelişmesi için atılımları sadece devlet yapabilecekti, öyle de oldu.
Ki gerçek tarihi incelersiniz atatürkün böyle bir ilkesi olmadığını, yabancı sermayeye ve özelleştirmelere iyi gözle baktığını görebiliriz.

Bugün devletçilik, Türkiye sermayesinin yetmeyeceği teknolojileri türkiye’ye getirirken yine kullanılabilir. ama anlayış aynı olmalıdır; yap işlet devret.
Sermayeden korkmak anlamsızdır.

Çokkültürlülük ve Türk Kelimesi

Türkiye'nin çok kültürlü yapısı başlangıçta aşırı milliyetçi nüanslar taşıyan ve ülke gündeminin gerginleştiği noktalarda bu aşırı milliyetçi nüansa geri dönen 'Türk' kelimesinin de bir süre sonra 'tanımında' çok kültürlülüğü ihtiva etmesini zorunlu hale getirdi.

Ancak bu tanımında çok kültürlü olan ve savunucuları tarafından da herkesi kapsadığı söylenen kelime; herkesi kapsaması düşüncesinde samimiyetsiz ve üstünlükçü, egemenlikçi olması nedeniyle Türkiye'nin Türk olmayan halkları arasında yaygınlaşmadı. Zaman zaman gerilen ülke ortamında vatan, millet ve hatta laik yapımıza rağmen din ile de ilişkilendirilerek meşru hale getirildiyse de siyasi sakinleşme durumunda tekrar başa dönüldü.

Anadolu tarihini 1071'den sonraki Müslümanlaşmasından bu yana yapısını özetlemeye çalışalım. Uzun bir dönem boyunca bu bölgede yaşayan Hristiyan Rumlar ve 1071'den önce Anadolu'da yaşayan Hristiyan Türklerden oluşan bir topluluktu. Selçuklu'nun getirdiği ve Osmanlı'nın devam ettirdiği 'toprağı işleyene yıllık vergi karşılığında' veren yapısı bu bölgede popülerlik kazandı ve sistemlerin devamını sağladı. Moğol İstilası ile birlikte bölgedeki
Türk ve Müslüman nüfusu arttı. Yavuz Selim'in hilafet makamını almasıyla da topraklar tamamiyle İslam'ın kalbinin attığı yer haline geldi.

Osmanlı tebaası müslim ve gayr-i müslim olarak ikiye ayrılırdı. Nüfus cüzdanlarında insanların ismi ve dini kimliği yazılırdı. Tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı'da da etnik kimlik uzunca bir dönem ön planda bulunmadı. Fransız İhtilali ile birlikte kendi tebaası içerisinde çoğulculuğuyla yönettiği halkların birer birer isyan etmesi Osmanlı içerisindeki Türk nüfusu ve aydınlarını da kavmiyetçiliğe itti. Aynı şekilde Müslim grubun içerisinde yer alan Kürt ve Arap toplumlarında da bu nüans görüldü.

Birinci Dünya Harbinin sonunda da her toplum kendi devletini kurdu ve her ülke geçmişte yaşanan şeylerden ötürü içine kapanık, ulusçu ve tarihinden kopuk biçimde zühur etti.
Türkiye'de önce tarihi isimlerin alınması yasaklandı. Sonra dine dair diğer mefhumlar kaldırıldı. Hatta bir dönem Tarih kitaplarında da İslam diniyle ilgili çok sert söylemler bulundu. Ve tüm bunlar da İslami hassasiyetlere sahip halkı devletten soğuttu. Mehteran'ın yerine İsveç'ten Bando, Mecelle ve Örf yerine İsviçre'den medeni kanun getirildi. Yani dünyanın her yerinde yaşanan şeyler Türkiye'de de fazlasıyla yaşandı.

Ancak Türkiye için ikinci bir durum da söz konusuydu. Her ne kadar Birinci Dünya Savaşından sonra tüm halklar kendi ülkesini kursa da Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde birden fazla ve aynı dine sahip halklar birlikte bir ülke kurdu. Daha doğrusu birlikte bir Milli Mücadele verdi. Kürtler, Sevres Anlaşmasında kendi devletleri kurulacak olmasına rağmen TBMM saflarında savaştı. Lazlar, Çerkezler ve Abhazlar da ''din ve saltanatı yeniden kurtarmak'' amacıyla başlayan savaşıma katıldılar.

Ancak cumhuriyet çok farklı şekilde tezahür etti.
Din ve saltanat kaldırıldı. Din bazlı verilen çok uluslu savaşın sonunda etnik bazlı tek uluslu bir yapı kuruldu. 100,000 kişinin kafatası ölçüldü. Mimar Sinan'ın mezarı kazılıp kafatasından Türk olduğuna dair araştırmalar yapıldı. Hatta bu kafatası bir medar-ı iftar sayıldığı için müzeye bile kondu.
Yurtdışından üstün ırk için damızlık erkek getirilmesinin söz konusu olduğu dönemlerde Adalet Bakanı Mahmud Esad '' Türk bu ülkenin yegane efendisidir, salt Türk soyundan olmayanların sadece köle olma hakkı vardır'' diyordu ve bu sözüne rağmen görevini sürdürebiliyordu. Ve 30 yılı aşkın bir süreç böyle geçerken dini hassasiyetlere sahip grupların iktidara gelmesiyle ortam biraz daha yumuşadı. Ancak bu grupların gücünü yitirmesi ve ihtilaller ile eski yapıya hızla geri dönüldü.

Türkiye'de bölünme sorununu çözsün diye ortaya konan üst kimlik kavramı, sorunun ta kendisi oldu. Çünkü Türkiye'de bunun öncesinde çok uluslu ve din bazlı yapının bölünmeye sebebiyet vermediği Kurtuluş Savaşı'nın yapısı kanıtlıyordu. Osmanlı ve Milli Mücadele TBMM'si döneminde Doğu bölgesine Kürdistan ve bu bölgeden gelen vekillere Kürd mebusu denmesine rağmen bir mücadele verilmişti.

Yani bugün tabusal ve dogmatik biçimde önümüze sunulan, konuşulması yasaklanan terimler ülkede birliği sağlıyordu. Peki neye dayanarak bu oluyordu?

Farklı uluslar ancak ortak olan noktalarının üzerine kurulan devletlerin çatısı altında birleşebilirler. Bu Türkiye'de din ve coğrafya gizi gözüküyor. Ve bu ortak noktaların sonradan eklenemeyeceğinin de en somut örneği Sovyetler Birliğidir. Halkların emek ve rejimde birleştiği Sovyetlerin ömrü bir asırı bulamamıştır.

Sonuç olarak;

Türkiye'de somut bir birlik ancak halkların ortak noktalarının üzerinde birleşmesi ve devletin buna yönelik bir yapıya kavuşması ile mümkün olabilir. Türkiye'deki çok kültürlülük, Türk kelimesi ile anlatılamayacak büyüklüktedir. Ve bu kelimenin çok uluslu olduğunu savunan kişiler alt metninde tek ulusluluğu ve bir ulusun egemenliğini, diğer ulusların biat dahilinde yaşayabileceğini savunmaktadırlar.

Türkiye kendi içindeki en zor dönemeçlerden birindedir.
Hasan Demiroğlu, 14 Aralık 2007